KÖYÜMÜN ESKİ KIŞLARI KARLIYDI, SOHBETLERİ TATLIYDI
Sizi bilmem amma ben köyümün daha çok kışlarını özlerim.
Sizi bilmem amma ben köyümün daha çok kışlarını özlerim. Rahmetli babamın yatsı namazından sonra cami cemaatini de alarak eve gelişi, saatlerce komşularla yaptıkları soh-betler, yüz gramlık paketlerdeki Rize’nin kamelya çayının mavi sırlı küçük çinko demlikte demlenişi, üzeri yuvarlak delikli, tenekeden yapılmış odun sobasının üzerinde fokur fokur bakır ibriklerin kaynaması, biz çocukların evin bir kö-şesinde sessiz oturuşu hiç aklımdan çıkmayan manzaralar..
Bugün şehir hayatında o sohbetli sıcak kış günlerinin tadını alamıyorum. Hele o odun sobasında veya ispirto ocağını pompalayarak kaynatıp demlediğimiz Rize çayının keyfini asla bulamıyorum. O keyif, insanların samimiyetinden miydi, odun sobasının sıcaklığından mıydı, yoksa yüz gramlık paketlerdeki Rize çayının organik oluşundan mıydı bilemiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o yılların ve o yıllarda içilen çayların, çay içerken yapılan sohbetlerin başka bir tadı vardı.
Yetmişli yıllardan bahsediyorum. Yaşım gereği daha ön-celere gidemiyorum. O yıllarda köyümüzde kışları bol kar yağardı. Hani zaman zaman deriz ya, “nerede o eski kışlar” diye. Gerçekten o eski kışların tadı bugün yok ve o eski karlar da bugün yağmaz oldu. Köyümüz, rakımının yüksekliğinden olsa gerek metreler boyu kar yağardı. Biz çocuklar, o yüksek karlar sayesinde damdan dama atlardık. Evlerin arasındaki dar sokakları, damlardan kürenen karlar doldurur, insanlar bir metre yüksekliğindeki karları çiğneyerek yürürlerdi. Sokaktaki karlar ilkbahar günlerine kadar kalırdı. İki üç gün lodos esmeyince erimezdi.
Köyümüz, bir dağ yamacı üzerine kurulmuş olduğu için sokakları kayak yapmaya elverişliydi. Biz çocuklar için sanki köyümüz, Uludağ’daki kayak merkeziydi. Her sokakta küme küme çocuklar bir araya gelir, bulduğumuz naylon leğenlerin üzerine oturur kayardık. Kardan adamlar yapar, odun kömürlerinden göz ve burun takardık. Annem rahmetlinin elleriyle ördüğü ve kendi keçilerimizin kılından mamül çoraplarımız adeta su gibi ıslanır, eve sırıl sıklam titreyerek gelirdik. Rahmetli annemin, “bu ayakların ne hale gelmiş?” şeklinde azarlamaları bugün gibi kulağımda.
Nerede bugünkü deriden ayakkabılar? Ayaklarımızda birer lastik ayakkabı vardı, onun da ökçeleri yırtıktı, tabanları da delkti. Bizim büyüklerimiz lastik ayakkabı da bulamaz, çarık giyerlermiş. Neyse ki bizler onlardan şanslıydık, delik ve yırtık ta olsa, lastik ayakkabı bulup giyebiliyorduk çocuk-luğumuzda.
Evet, yetmişli yıllar mahrumiyet yıllarıydı. Eşek ve katırla, at ve öküz arabalarıyla seyahat yapıldığı günleri yeni yeni geride bırakıp BMC kamyonlara, küçük otobüslere binmeye başlamıştık. Rahmetli İhsan Amcanın BMC kamyonu, şehre gitmek isteyen vatandaşların tek vasıtasıydı. O yıllarda çok kar yağdığından günlerce köyden çıkılamaz, şehre gidile-mezdi, hastalar ve hamile kadınlar Allah’a emanetti. Gerçi o yıllarda annelerimizin hastanelerde doğum yaptığını hiç duymadım, hatırlamıyorum. Benim annem doktor ve hastane görmeden elli üç yıllık ömrünü geçirdi, bir defa hastaneye gitti, onda da ameliyat masasında vefat etti. Allah rahmet eylesin!
Biz o yıllarda yuvarlak teneke sobada odun yakarak ısı-nırdık. Odun sobası olmayan, sayacaklı ocaklarda yanan meşe kütükleriyle ısınan insanlar da vardı. Üzerinde babamın abdest ibriği kaynar, çok zaman yemekler bile bu sobanın üzerinde pişerdi. Hele o annemin tarhana çorbasının tadını hiç unutamam. Daha sonraki yıllarda kuzine sobalar yapıldı, annelerimiz rahat etti. Çünkü kuzine sobalarının fırınlarında patatesler pişirilir, yemekler ısıtılır, kömbe değimiz ekmekler yapılırdı.
Sobada ve yufka ocaklarında (şöminelerde) yakmak için güz aylarından itibaren kış boyunca dağlardan odun çekilirdi. Getirilen yaş meşe odunları tütün gibi kıyılır, evin karanlık bir köşesine düzenlice kayılırdı. Kış günleri erkeklerin tek işi, dağdan odun getirmek, gelen odunları balta ile kırmaktı. Ka-dınların işi daha zordu. Güz aylarında kurutulan üzümler çal-kalanır, çöpleri ayıklanır, bez torbalara ve kıl çuvallara katı-lırdı. Üzüm temizlemek ve pazara gidecek üzümleri çuvallara koymak kadınların göreviydi.
O yıllarda annelerimiz çok tedarikliydi. Bizim köyde “ze-ğerek” dediğimiz susamlar olurdu, dağlardan çıtlık toplanır, bunlar kış gülerinde dibek değimiz küçük havanlarda kuru üzüm ve bulgur karıştırılarak dövülür, ev halkına ve misafir-lere ikram edilirdi. Evimize her misafir gelince bulgur pişirilir, çıtlıkla birlikte yenilirdi. Çıtlık, köyümüzün sınırlarından akan Göksu kenarlarındaki yamaç bölgelerde kendi kendine yetişen bir meyve türüdür. Bugünlerde çıtlık ağaçlarının An-tep fıstığına aşılama projesi konuşuluyor.
Annelerimiz çok tedarikliydi dedim, güz aylarında mut-laka kış için tarhana pişirip kuruturlar, dağ eriklerinden ve kaysılardan hoşaflık kuruturlar, yaş üzümleri iplere bağlayıp hevenklik olarak asarlar, salça yaparlar, peynir basarlar, keş kuruturlar, küçük sırça küplerde turşu kurarlardı. Onun için babalarımızın işi kolaydı. Pazardan, bakkaldan fazla bir şey almazlardı.
Kışın köyde yaşamanın tadına doyulmazdı o günlerde. Çünkü yazın tarlada çalıştıkları için fazlaca görüşemeyen köylüler, birbirlerini kışın görürler, kışın ziyaretleşirler, kış günlerinde dinlenirler, sohbet ederlerdi. Köyden köye misafirler gelir ve misafir odalarında yatarlardı. Nişanlar ve söz kesmeler genellikle kış aylarında yapılırdı, akraba ve komşular birbirlerini yalnız bırakmazlar, çat kapı girerlerdi. Kış günlerinde sobaların sıcaklığı adeta gönüllere de sirayet ederdi. Her evin geleni gideni var, herkesin sığınacağı, sokak yapacağı kapı bulunurdu. Kimse yalnız ve kimsesiz değildi. O sebeple köyün eski kışlarını severim, eski günleri ve eski insanları özlemle anarım
Şehirlerde o sıcaklığı ve samimiyeti bulamıyoruz. Rande-vusuz misafir gelmez, misafir için özel olarak hazırlıklar yapılır, ayrı odalar yakılır şehir hayatında. Gelir kaynakları sınırlı olduğu için misafirin gelmesini çok insan istemez. Köyümde ise herkes akrabadır, kimse kimseden çekinmez ve birlikte oturur. Herkes umduğunu değil bulduğunu yer. Tek odada oturmakla odundan da tasarruf edilir. Dağ köyü olmasına rağmen odun bulup yakmak her zaman zordur.
Bu yıllarda devletin de yardımıyla köyümün insanları da kömür yakmaya başlamıştır. Artık köylüler de şehirliler gibi yaşamaya başlamış, pazarcılar ve satıcılar her gün köylere uğrar olmuştur. Anneler veya kadınlar, artık eski kadınlar kadar tedarikçi değiller. Millet olarak hazır yemeye, marketten almaya alıştık. Evin geçiminden sorumlu babalar düşünsün, babalar sağ olsun!
0 Yorum