ZINK
Zınkın ne olduğunu anlatmadan önce, doğup büyüdüğüm kasabanın sokaklarından bahsetmeliyim.

Annemin deyimiyle söylersem, “yazın toz kışın çamur” olurdu bu sokaklar. Öğle sıcakları da dahil gün boyu mahallemizin tozlu sokaklarında koşup oynardık. En çok da futbol. Kiminin beş kuruş kiminin on kuruş verdiği harçlıklarımızla yetmiş beş kuruşu denkleştirince, soluğu Celil aganın dükkanında alırdık. Filedeki kırmızı- beyaz ya da mavi- beyaz çizgili toplardan birini seçer, bir toplu iğneyle havasını indirirdik. Aksi halde hafif bir rüzgarda uçar, top kontrolü zor olurdu.
Sadece futbol mu? Başka oyunlar da oynardık. Saklambaç, çayır, on beş çöp, cereyan kaçtı, fotik, birdirbir, uzun eşek vb. Kızlar genellikle sek sek oynarlardı.
Yaz sıcaklarında çorap giyilmezdi genellikle. Kimimizin ayağında naylon ayakkabı olurdu, kimimizin de kara lastik. Bazı çocukların çıplak ayakla oynadıklarını da hatırlıyorum. Babam, çoğunlukla parmak uçları kapalı, parmaklarının üzerinde pencere gibi açılmış deliği bulunan, tokasının içinden geçirilen bir atkıyla kolayca iliklenebilen naylon ayakkabılar giymemi tercih ederdi. Bir kez de kara lastik giymiştim. Çıplak ayaklarımın üzerinde bıraktığı kapkara izi, lastiğin hoş olmayan kokusunu hiç unutmam.
Öğle ve akşam yemekleri için eve dönerdim. Üstüm başım, ellerim, kollarım, ayaklarım, yüzüm, toz içinde kalırdı. Bahçe kapısını açtığım zaman, annemin sesini duyardım: “Ellerini ayaklarını yıkamadan içeri girme!” Bahçenin hemen girişindeki çeşmenin önünde, yüzümü, ellerimi, ayaklarımı yıkardım sonra. Bu işlem sırasında uyarılarını sürdürürdü annem: “Parmaklarının arasını, topuklarını iyice ov!”. Bitince havlu getirir, ayaklarımı bir güzel kurulardı.
Sonbahara doğru, belediyenin damperli kamyonlarını görürdüm. Damperin pistonları kalkar, kasanın açılan arka kapağından kumlar dökülürdü. Kamyon ağır ağır ilerledikçe oluşan kum yığınları, daha sonra greyderle itilirdi. Kışın çamur olmasın diye belediyenin her yıl yaptığı hazırlıklardı bunlar. Islak kumların üzerinde oynamanın, arkadaşlarla boğuşmanın zevki bir başkaydı. Çakıl taşlarından düzgünlerini seçer “beş taş”, “üç taş” gibi oyunlar oynardık.
Belediye ne kadar hazırlık yaparsa yapsın, sonbahar yağmurlarıyla birlikte oluşan çamuru engelleyemezdi bir türlü. Çok palaçordum çocukken. Şimdi de öyleyimdir ya, neyse. Yollar o kadar çamur olurdu ki, okula giderken arabaların tekerlek izlerinden yürüyerek ancak kısmen çamurdan kurtulabilirdiniz. Çoğu zaman her zamanki dalgınlığımla, paçalarıma çamur bulaşmasını engelleyemezdim. Okulda çamurlar kurur, odaya girmeden önce, sundurmada sert kıllı bir fırçayla fırçalardım paçalarımı. Tabii annem de beni fırçalardı, şu sözlerle: “Oğlum, önüne bakmaz mısın sen! Çamurun göbeğine basmışsın yine! Tekerlek izlerinden yürüsene”.
Şimdi geldik zınkın ne olduğuna. Zınk oynamak için en uygun koşullar, doğup büyüdüğüm kasabada, yani Çumra’da vardır. Yağmurlardan sonra, güneş açar bazen. Duvar kenarlarındaki çamur kurumaya başlar. Çamurun tam kurumadığı, bir sopanın ucunun batabileceği zaman, tam zınk oynanacak zamandır. Üç-beş çocukla oynanır bu oyun. Yirmi –otuz santimetre uzunluğunda üç –dört santimetre kalınlıkta kesilmiş ağaç dallarının ucu kama gibi sivriltilir. Çocukların her biri tüm güçlerini kullanarak, ellerindeki sopaları kıvamlı çamura saplamaya çalışırlar. Kendi sapladığı sopa ayakta kalmak kaydıyla, bir önce saplanan sopayı yıkabilen çocuk yıktığı sopayı alır, böylece oyun devam eder (2 Ekim 2020)
0 Yorum